Beş Ada- Sadık Aslankara


YAZINLA, YAZINCA, YAZIYLA…

 

 

M.Sadık Aslankara

 

 

Biliyorum, “çocukça” bulacaksınız, “Yazıyla” yazarken yaptığımı. Ama ben bu çocukluğu sürdürüyorum hâlâ… Bir para mı göndereceğim bankayla ya da postayla, bir sözleşme mi yazacağım içinde paraya değgin maddesi olan; o hınzırlığa engel olamıyorum bir türlü. İçimdeki “çocuk”, elinde kalem, sıranın o sözcüğe gelmesini bekliyor sabırsızlıkla… Hani, paranın önüne, “Yazıyla,” eklenir ya, işte onu…

İlgili kurum, “Yalnız,” “Yazıyla,” gibi yazılı hale getirmiş olsa da bunu belirtmeyi, içimdeki şakacı çocuk tutamıyor kendini. Sıra onu yazmaya geldiğinde, kaleminde bir telaş, bir heyecan… Üzerine basıp ağdalayarak, ağırdan alıp tadını çıkararak yazıyor, yazıyor… Söyleniyor da: “Gördünüz mü, nasılmış ‘Yazıyla’ yazmak?..”

Yazılara, yazıyla yanıt vermeye bayılıyorum. Bir yazarın, yazınsal emeğine yanıt verebilmenin, onu sevebilmenin, ona dokunabilmenin biricik yolu bu! Yazarların, yaşamlarını dokudukları yazılar, ne denli iyi niyetli olursak olalım, incelik için söylenmiş bir iki sözcükle, iyi dileklerin iletildiği bir çift tümceyle geçiştirilebilir mi hiç?

Bu yüzden borçluluk duyuyorum yazarlara; yazınsal ölçütlerle yazılmış olması koşuluyla, hepsine… Okuduklarımdan beğendiklerim, hoşlandıklarım oluyor, uzak duygularla ötelerden baktıklarım da. Ama iş, yazmaya geldiğinde; ilk düşündüğüm, “borç ödeme” oluyor yine de, yazınımız için emek verenlere emek vermek gerektiğini düşünüyorum ilkin.

Onlar yazmıştır, “yazıyla” yazma sırası bize gelmiştir artık. Yazdıklarımız, bu yazınsal çabayı esenleme davranışıdır olsa olsa. “Teşekkür”dür. Peki, “Teşekkür ettiğiniz için teşekkür ederim,” demek gerekiyor mu karşınızdakine? Bana kalırsa gerekmiyor! Gerekmiyor ya, yazarlar, yazdıkları üzerine yazanlara teşekkür etmek için olağanüstü evecenlik gösteriyorlar yine de.

“Yazıyla” yazmaya her zaman hevesli görünen içimdeki çocuğun, yazınsal yapıtlar üzerine yazdıklarım nedeniyle gelebilecek “teşekkür” için beklentiye girmemi, çok “çocukça” bulduğunu, buna kıs kıs güldüğünü biliyorum… Diyeceğim o ki, teşekkür edilmeyi bekleyen ergen yaşını çoktan aştım ben. Yazdığım yazıdan dolayı duyduğum, yaşadığım bireysel mutluluğu -bu yazı, bana göre böyle bir sonuca yol açmış yoğunluk ve olgunluktaysa eğer- hangi teşekkür, hangi telif ücreti karşılayabilir bunu?

Ama buna engel olmak bir yana, yazarların teşekkürünü geri çevirmek büyük kabalık elbette! Kabalığın ötesinde densizlik, hödüklük! Bu yüzden bana gelen teşekkürlere de karşı eleştirilere de; bu arada sitemlere, gücenik sessizliklere de, hazır yeri gelmişken, saygıyla, sevgiyle, içtenlikle teşekkür edivereyim şuracıkta.

Yazarların yazınsal ürünleri üzerine yazdığım yazılar nedeniyle aldığım bu teşekkürlerden biri var ki, bunu unutabilmem olanaksız. Çünkü bu da bir yazı! Ne güzeldeğil mi? Yazı üzerine yazılmış yazıya yazılı yazı unutulabilir mi kuzum? İtiraf etmeliyim ki, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’dan aldığım yazılı teşekkür, ötekilerden çok farklı. Yaz Evi için, Cumhuriyet Kitap’ta yazdığım yazının ardından, Saçlıoğlu’nun teşekkür için yazdıklarını olduğu gibi aktarıyorum:

23.11.1997

Sayın Sadık Aslankara,

            Bu teşekkür mektubunu size yazmakta çok geciktim. Bunun için önce özür dilemek istiyorum. Cumhuriyet kitap ekinde, öykülerimi öven ve beni onurlandıran yazınız yayımlanalı üç aydan çok oldu.

            Gecikmemin nedenine gelince: Yazılarınızı rastladıkça okuyor ve saptamalarınızın çoğuna katılıyor, yararlanıyordum. Benimle ilgili yazınız çıkınca Turhan Günay’ı aradım ve sizin adresinizi istedim. Adresinizin ya da telefonunuzun kendisinde olmadığını öğrenince Semih Gümüş’ü aradım. Onda da yalnızca bu mektubu gönderdiğim posta kutusu adres olarak bulunuyordu. İşin ilginç yanı her ikisi de sizi hiç görmediklerini söylediler. Daha sonra edebiyatçı birkaç dosta daha sizi tanıyıp tanımadıklarını sordum; boşuna! Bu tanınmazlığın sizden kaynaklandığını, onlarla ne telefonda görüştüğünüzü, ne karşılaştığınızı anlayınca hikâyeciliğimden kaynaklandığını sandığım bir düş yürütmeyle (akıl değil) Sadık Aslankara’nın; kendini tanıtmaktan hoşlanmayan, alçakgönüllü ama çok birikimli, beğenisi yüksek (bunu benim öykülerimi beğendiğiniz için söylemiyorum!) bir yazar olduğu düşüncesi, yerini önemli bir yazarın müstear adı olduğu düşüncesine bıraktı bir ara. Ardından da kim olabileceğinize. Ankaralı olduğunuza göre orada yaşayanlardan biri olmalıydınız. Bu düşünce beni güzel bir bulmaca gibi bir süre oyaladı. Kimliğinizi öğrenip; zarfın üstüne gerçek adınızı, mektubun başına da Aslankara’yı yazarak sizi şaşırtmanın hoş olacağını düşündüm. Ama bunlar hep -dediğim gibi- düş yürütmelerdi. Sonra , bu düşün bozulmasını göze alarak, sevdiğim bir dostuma, çocukluk arkadaşım Ali Cengizkan’a sordum kimliğinizi. Sizinle bir ara tanıştığını, Ankara’da değil, Denizli ya da Manisa gibi bir batı Anadolu kentinde tiyatro ile uğraştığınızı söyledi. Düşler kaybolmuştu ama izinizi bulur gibi olmuştum. Kitap fuarı sırasında Cevat Çapan’a rastladığımda ona da sordum, tiyatrocu olduğunuzu öğrendiğim için. O da Ali Cengizkan’ın söylediklerini sağlamlaştıran bir bilgi verdi, ama adresiniz hâlâ yoktu.

            Artık bana, mektubumun elinize geçip geçmeyeceğinden emin olmadığım Ankara’daki posta kutusuna yazmaktan başka çare kalmamıştı.

            Deniyorum. Mektubu ve çoktan alıp okumuş olduğunuzdan emin olduğum Beş Ada’yı bilinen tek adresinize gönderiyorum. Şişelere konulan ya da güvercin ayaklarına bağlanan mektuplar kadar olmasa da, posta kutuları bilinmezlik taşıyor.

            Sevgiler, selamlar, iyilikler.

 

Kendinizi benim yerime koyun şimdi;yazdıkları üzerine yazdığınız yazıya, yazıyla yanıt vermiş birinin yazısını, yazıyla karşılamamayı nasıl yakıştırabilirsiniz kendinize?

“İKİNCİ ADA (SİS ADASI)”

 

Beş Ada‘yı (Can Yayınları, 1997) okuyup yutmuştum da, çakılıp kaldığım “İkinci Ada (Sis Adası)”yla ilgili düşünsel gelgitlerde taş sektiriyordum o sıra.

Ne yalan söylemeli, onca istememe karşın, geçen bu süre içinde yazıya dönüştüremedim bir türlü bu düşünce sarmallarını. “Yazıyla Yazınca”nın ilk yazısını buna ayırmamın nedeni, yukarıda aktarmaya çalıştığım “yazıya yazı” öyküsünden, daha çok da bu gecikmişlik duygusundan kaynaklanıyor işte.

“İkinci Ada (Sis Adası)” neyi anlatır?

Öykü, trenin arıza nedeniyle durmak zorunda kaldığı “İkinci Ada istasyonu”nda olup bitenleri. Trenin bir saat kadar bu istasyonda kalacağını öğrenen anlatıcı; kompartımandaki sağır, dilsiz yol arkadaşıyla birlikte trenden iner. Ne ki ortalığı sis kaplamıştır. Sağır, dilsize ilginç gelir bu, sevinç çığlıkları atar adam. Anlatıcı, yol arkadaşını yalnız bırakmamak için onunla birlikte trenden iner. “Uzaklaşma, kaybolursun,” diye uyarır ötekini. Sis yoğundur, arkadaşının “elleri, yüzü, göğsünün bir bölümü görünür. (.) ama, vücudu aşağıya doğru silikleş(miştir).” (s.54) Sağır, dilsiz “kollarını indirip kaldır(ır); sis parmaklarının arasından, kollarının altından dalgalanarak, küçük bulut öbekleri halinde hareket ed(er).” (s.55) Bu arada yerlerinin değiştiğini anlayamazlar, beş on adımda treni gözden yitirirler. Korkuyla, heyecanla bağırıp seslenirler çevrelerine; ne bir ses duyarlar, ne bir ışık görürler. Sonunda bir cılız ses çarpar anlatıcının kulağına. Sonra “sürtünme sesi ve ardından bir ‘tık’.” “-Hey, biz buradayız; treni kaybettik,” diye bağırır anlatıcı. “Birisi:/-Evet, neredesiniz? diye seslen(ir).” (s.56) “Konuşmaya devam edin ki sizi bulabileyim,” (s.57) der. Siste kaybolan anlatıcıyı, sağır dilsizi bulan kördür…

Körün, “Konuşmaya devam edin ki, sizi bulabileyim,” sözü, Aristoteles’in “Konuş ki  seni göreyim!” sözünü anımsattı bana… “İkinci Ada (Sis Adası)” adlı öyküyü okuyanlara, Ülkü Ayvaz’ın Duvardan Gelen Sesler‘ini de (Cem Yayınevi, 1986) okumalarını öneririm. Özellikle de “Radyo” başlıklı bölümde yer alan yazılarını. Buna Ayvaz’ın, gazetelerde yayımlanan “Konuş ki Seni Göreyim” (Hürriyet, 2.6.1987); “Sabah Saatleri Radyoya Yakışır!” (Cumhuriyet; 27.5.1991), “Radyonun Büyüsü” (Cumhuriyet, 6.6.1991) başlıklı yazılarını da ekleyebilirsiniz.           Saçlıoğlu’nun öyküsüne dönelim biz yine. Bu öyküsüyle Saçlıoğlu, olağanüstü güzellikte bir düşünce sofrasına buyur ediyor bizi. Okur, trenin durduğu İkinci Ada istasyonunda, yani bu “Sis Adası”nda, bir kolunda sağır, dilsiz; öteki kolunda kör iki adam, mıh gibi yerine oturtulmuş konuşma örgüsüyle, sanki antikçağdan günümüze kalmış “Diyaloglar” içinde öykünün anlatıcısına dönüşüp bir gezintiye çıkıyor, her anı, her yanı, her şeyi yoklayarak…

Bir “yol gösterme” öyküsü de diyebilirsiniz buna. Körlüğün, sağırlığın, dilsizliğin; daha doğrusu görmenin, duymanın, anlatmanın sorgulandığı; içeriğiyle olduğu denli, öyküde yoğunlaştırmanın, derinleştirmenin bir yolunun arandığı tam bir “yol gösterme” öyküsü! Hatta, Türk öykücülüğünde, öykü sanatının gereklerini zedelemeden, düşünsel yoğunluğuyla insana şölen sunan en güzel bir iki örnekten biri bu!

“Ada öyküleri”, kurmaca kişilerin çevresinde dönüyor sanki. Antik bir oyunu izler gibi oluyorsunuz yer yer. Ötelerdeki öykü kişileri, gününü gün etmeye çalışan, var olma uğraşı içinde debelenen küçük insanlar, onların acıları; bu “ada öyküleri”nde yerini paradokslara, trajik açılımlara bırakıyor.

Bu ilginç öyküler demeti üzerinde, gereğince durulmayışına ne demeli? Bağışlanır gibi değil bu! Fethi Naci, “Zarımı, Saçlıoğlu için atıyorum,” demişti ya, herkesten önce görmüştü demek, Mehmet Zaman Saçlıoğlu adlı bir usta öykücüyle tanıştığımızı…

Ya siz, siz haberli misiniz acaba böyle bir öykü ustasının günümüzü ışıtmakta olduğundan; Yaz Evi, Beş Ada adlı öykü kitaplarıyla, sergenlerde her gün, durmadan bize baktığından?

 

“HALI”

Bir öykü dersiyse eğer Saçlıoğlu’nun bize verdiği, Necati Tosuner’in “Halı”sı da öykü ödevi…

Tosuner’in Güneş Giderken (Yapı Kredi Yayınları, 1998) adlı öyküler demetindeki son öykü “Halı” adını taşıyor. Başa gelebilecek, yaşanıp çekilebilecek bir “bunama” öyküsü bu ilk bakışta. “İkinci Ada (Sis Adası)”nın da siste yaşanılanların öyküsü oluşu gibi…

Ama öykünün içine girdiğinizde görüyorsunuz ki; Tosuner, gülmeceyi, alaysamayı (ironiyi), burkulmayı (humoru) birlikte yoğuruyor… Öyküde gülmecenin, alaysamanın, burkulmanın, kendi aralarında yitip giden sınırlarını aramaya yönelecekler için, “Halı” birebir! Altından kolayca kalkılıveren bir iş değil bu! Her üç öğenin de altın terazisiyle tartıya alınması gerekiyor. Yoksa öykünün, sıradan bir gülmeceye dönüp sığlaşması; yalnız alaysamanın egemen olduğu bir cinliğe dönüşmesi; burkulmanın yol açtığı bir acıklı güldürüye, acındırmalar güldürüsüne kayması pekâlâ mümkün!

Bunun başarılabilmesi için uslamlama kadar, dil kuyumculuğunun da ustalıkla kotarılması gerekiyor. Tosuner’in öykücülüğü, ufuk açıcı bu yanlarıyla çıkıyor işte karşımıza.

Tosuner, şiirle öykünün iç içeliğini kavramanın ötesinde, bunun güzel örneklerini de sergiliyor bana kalırsa. Üstelik en az sözcükle, yalın mı yalın deyiş ustalığıyla. Bunun bir gizli şiir olduğu apaçık!

Nasıl başarıyor bunu Tosuner? “Mış gibi” yaparak… Bedensel acılarını, öykü kalıbına döküp, bu kalıp içinden mitolojik Tanrıların kusursuzluğunu anımsatan beden örneği öyküler çıkararak. Bu doğrultuda öykü üretebilmenin galiba ilk koşulu; “Öyle imiş gibi” yapmak! Ama bunu becerebilmek kolay değil! Çünkü sanat, olanları yansıtırken değil, soyutlarken gösterilen hüner değil midir? Bilge Karasu’yu anımsamamak elde mi şimdi? Bu yüzden Türk yazınının hemen bütün yazarları, “öyle imiş gibi” yapamıyorlar da “öyle” yapıyorlar… Tosuner, tam bu noktada bir hüner daha gösteriyor; peşi sıra sürüklediği okurunun da “mış gibi” yapmasını sağlıyor. Bütün hüzünleri, acıları içine sindirip, olaylara, sevinçten kabarmış, ermiş bir yürekle bakmayı öğretiyor onlara… Mış gibi yaparken ama, okuru acındırdığına tanık olmuyorsunuz asla onun! Tasuner, kavramın kendisini de kullanıyor bu arada. Örnekse “demiş gibi baktım,” diyor (Güneş Giderken; “Koşa Koşa Gidilen”, s.53); “boğulur gibi yaptım” diyor (Bir Tutkunun Dile Getirilme Biçimi, “Yusuf, s.12).

Tosuner, hem bir deneme tadı sunuyor öykülerinde, hem de bir felsefe gezintisinin ipuçlarını serpiyor avuç avuç… Arındırılmış metinlerle, diyaloglara eklenmiş özel işlevlerle gerçekleştiriyor bunu Necati Tosuner!

Dil işçiliğine değindim Tosuner’in. Onun öykülerindeki tümceler, kavanozda şıkırdayan akide şekerleri gibi. Ona ulaşma isteği duyuyorsunuz hep. Dilde her duruş açık, saydam; güzellikleri de buradan geliyor zaten…  Yalnızlığın, anlığın güzelliği değil bu yalnızca; aynı zamanda alçakgönüllülüğün, olgunluğun da güzelliği bu!

Tosuner’in bütün öyküleri üzerinde çalışmamı sürdürdüğümden, söyleyeceklerimin büyük bölümünü bu “yazı”ya bırakıyorum.

Geldik yine “yazı”ya… Yaza yaza yazının sonuna…

Hepi topu iki öykü üzerinde durabilmişim daha… Oysa, bu dizide ele aldığım yazın ürünleri üzerinde hem ayrıntılı olarak durabileceğimi ummuştum ben; hem de her yazıda, kendi içinde bir çeşitlilik sağlayabileceğimi…

Ne gönlümce ayrıntılarına girebildim ele aldığım yazın ürünlerinin, ne de çeşitlendirebildim yazımı. İsterdim ki, kadın, erkek her kuşaktan yazarın her türden ürünü üzerinde sırayla duracağımın ipuçlarını verebileyim daha bu ilk yazıda…  Ama olmadı!

Öyleyse yaza yaza, yeni aya, aylara; Adam Sanat’ın yeni sayılarına…

 

Adam Sanat Ekim 1999